Bu sene Venedik Bienali, her zamanki gibi sanat dünyasına damgasını vurdu. Küratör Adriana Pedrosa, 2011 yılındaki 12. İstanbul Bienali’nin küratörlerinden biriydi. Onunla tanışmam da 2011’deki bu küratörlüğü sayesinde oldu.
Venedik’e ilk gittiğim günü, hatta geceyi hiç unutmam! Gece yorgun argın arabayla gelmişiz, vaporettoya binmişiz, gözlerim neredeyse kapanıyor. Kanaldan ilerlerken gözlerim birden açıldı, nefesim kesildi. Venedik’in güzel olduğunu biliyordum ama bu kadar da güzel olacağını tahmin etmemiştim. Benim için Venedik her zaman nefes kesici bir şehir oldu. Dolayısıyla Bienal bahane, orada olmak için hemen her fırsatı değerlendiriyorum.
Bu seneki Bienal’in ana sergilerini çok sevdim. Ana sergiler, Arsenale ve Giardini olmak üzere iki büyük bölümden oluşuyor. Pedrosa, her iki bölümde de her yaş grubundan ve dünyanın her bölgesinden sanatçılara yer vermiş. Genellikle müzelerde aynı kişiler üzerine yoğunlaşan haberleri kanıksamaya başlamıştım ve bu nedenle eserlere yeterince ilgiyle bakmamaya başlamıştım. Ancak, bu sefer ilk defa gördüğüm ve kendi ülkelerinde çok iyi bilinen ama star sanatçı olmamış o kadar çok sanatçıyla tanıştım ki, tekrar gitmek için sabırsızlanıyorum.
Giardini’deki biraz gizli kalan portreler bölümü, girişteki soyut eserler festivali, genç sanatçılar ve bu sene Altın Aslan Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilen Nil Yalter gibi tecrübeli sanatçılarla yapılan muhteşem seçki, beni çok etkiledi.
Açılışta gitmenin raconu kuyruk beklemektir. Çeşitli ülkelerin pavyonlarının önünde, özellikle popüler olanların kuyrukları uzadıkça uzar. Kuyrukta tanıdıklarla sohbet etmek, yeni insanlarla tanışmak, dedikodular ve arka plan hikayeleri dinlemek, kahve ikramları derken bir bakmışsınız, kuyruk bitmiş! Tüm ülkeleri hakkını vererek gezmek için zaman yetmiyor açıkçası. Eski bilgiler ve yeni öneriler dinleyerek kendime bir yol çiziyorum. Arada çok güzel olup pas geçtiğim yerler de maalesef oluyor.
Bu sene Mısır Pavyonu, Wael Shawky’nin yaklaşık 50 dakikalık bir videosuna yer veriyor. Ayrıca heykeller de mevcut. Video, bir opera tadında, kukla tiyatrosu şeklinde Osmanlı’nın sıkıntılı ve üzerine oyunlar oynanan bir dönemini anlatan muhteşem bir yapıt. Ben bu video için 1 saat kuyruk bekledim ama gerçekten değdi. Wael Shwaky’nin Venedik’te benim denk geldiğim iki ayrı yerde daha eserleri var ve hepsi çok güzeldi. Grimani Müzesi içerilerde bir yerde bulunuyor ve Palazzo Cavalli, hemen Akademi Köprüsü yanında muhteşem bir bina, içinde birden fazla sergi var. Epey reklamı yapılan “Breast” de bunlardan biri. “Your Ghosts Are Mine” aynı binada yer alıyor, çok kapsamlı ve güzel bir sergi olmuş. Wael Shawky’nin videoları da bu sergide yer alıyor.
Giardini’de en çok iz bırakan pavyonlar arasında İspanya, İngiltere, Almanya, Polonya ve Sırbistan yer aldı. Amerika pavyonu çok popülerdi ama açık söylemek gerekirse ben gezmedim. Hem kuyruk ve kalabalık yüzünden hem de bu sene fazlasıyla benimsenmiş olan “indigenous” yani yerli halk teması beni biraz bıktırmıştı. Herkes kendi köşesinde biraz günah çıkarıyor gibi geldi. Bu tabii ki benim yorumum, lütfen bu kadar özenle seçilmiş ve değerli sanatçıların, küratörlerin hazırladığı sergileri hor görüyormuşum gibi algılamayın. Zaman kısıtlı olduğundan, biraz daha fazla farklı söylemlerin peşinden gitmeye çalıştım.
İspanya pavyonu, Aydınlanma Çağı’ndan itibaren müzelerde sergilenen resimlerdeki yerli halkın görünmezliğine ve Batılı galeri ve müze anlayışına dikkat çekiyor. Resimlerin yapılmış kopyalarında yerli halkı görünür kılmak, “indigenous” konusuna farklı ve güzel bir yaklaşım olmuş.
İngiltere pavyonunda John Akomfrah, çevre meselelerine ve Rothko’ya göndermeler yaptığı videolarla yerin altı ve üstü temalarını işliyor. Pavyon, yoğun videolar içeriyor ve bol zaman ayırmak gerekiyor.
Polonya pavyonu, savaş meselesine tokat gibi çarpan bir iş yapmış. Çok pahalı bir prodüksiyon olduğunu sanmıyorum ama iki dev ekran, ses ve seyircileri de içine alarak savaşı bir oyun gibi kurgulayıp, aslında ne kadar acı ve yok edici olduğunu tekrar tokat gibi çarpıyor. Ben açıkçası çok beğendim.
Sırp pavyonu, göçmen olmayı, yaşanan yerlerin aidiyetsizliğini, tüketimi ve kendi ülkenizde yabancı olmayı tam bir sahneye dönüştürdüğü pavyonda güzel anlatmış.
Arsenale’deki pavyonları hakkıyla gezemedim. Biliyorsunuz, Türk pavyonu orada ve bu sene bizi çok sevip saygı duyduğum Gülsün Karamustafa temsil ediyordu. Açılış heyecanı, kalabalık ve itiş kakış derken çok az yer gezebildim. Arabistan pavyonu ise aklımda kalanlardan biri oldu.
Arsenale’de ana bölümdeki sergileri tek tek anlatmam mümkün değil, ama bu sene çok beğendim. Sadece İtalyan sanatçılardan oluşan bölüm ve sadece tekstil işlerine ayrılmış bölüm, ki sevgili Güneş Terkol’un da iki işi var, hepsi çok güzel ve zaman ayırmaya değer. Tekrar gidip uzun uzun gezmeyi planlıyorum.
Ve işte William Kentridge! İKSV kokteylinde sohbet ettiğim Ali Akay, “Sakın kaçırma” dedi. Zaten aklımda olan Arsenale Institute for Politics binasındaki William Kentridge sergisi şart oldu.
Dokuz bölümlük videolardan oluşan sergi nasıl güzel, nasıl mütevazı ve akıl dolu. Kendi kendisiyle konuştuğu ve işini anlattığı videolardan oluşan bu dizi harika. “Self Portrait as a Coffee Pot” bana göre en değerli ve muhteşem işlerden biriydi. Sakın kaçırmayın. Videoları MUBI’de yayınlıyorlar. Zaten hepsini orada izlemek zor, ama bölüm bölüm pek çoğunu yakalamaya çalıştım. Serginin giriş katındaki salondan başka, arka taraftan girilen üst katta da devamı var. Carolyn Cristov Bakargiev, sizi Kentridge’in evinde ve atölyesinde misafir ediyor gibi planlamış. Sergiden iyi duygularla ayrılıyorsunuz.
Pinault Koleksiyonu, her zamanki gibi etkileyici bir gövde gösterisi sunuyor. Punta della Dogana’da Pierre Huyghe, Palazzo Grassi’de ise Julie Mehretu’nun sergileri var. Sanatçıları beğenip beğenmemek bir yana, mekanlar öyle muhteşem ki ve öyle bir para harcanmış ki, görsel şöleni kaçırmamak için bu sergileri gezmek gerekiyor.
Fondazione Prada her zaman çarpıcı, şaşırtıcı ve güncel sergiler hazırlar. Christoph Büchel’in Monte di Pietà projesi, tüm binaya yayılmış ve daha içeri girerken bile sizi doğru yerde olup olmadığınız konusunda şaşırtan detaylarla ince ince işlenmiş bir iş olmuş. Bu proje, tüketim alışkanlıklarımızı, göçmen sorununu, savaşları, dünyanın çöküşünü – yıkımını ve çarpık gelişmeyi inanılmaz bir detayla gözler önüne sermekte.
En sevdiğim yer ise elbette Peggy Guggenheim Müzesi. Ancak orası az insanla güzel. Açılış zamanındaki kalabalıkta gitmek için çaba bile göstermedim. Oraya gidip balkonunda zaman geçirmeden, bahçesinde bir köşede oturmadan beklediğiniz kuyruklara değmez. Mevsim dışında gidenlere tavsiye edilir! Nedense bana orası Kopenhag’daki Louisiana Müzesi’ni hatırlatır. Her ikisinin de romantik bir duruşu var. Daimi koleksiyonu, seçilmiş sergileri ve mekanı, her şeyi defalarca görmeye değer.
Bana göre Venedik, özlemini çektiğim saatlerde yürümek demek, her defasında farklı bir köşesini keşfetmek demek, sanki turist değilmişim gibi kalabalığından şikayet etmek demek, en az turistik yerleri bulup, bol bol yiyip içmek demek, kısacası harika zaman geçirmek demek. Bonus olarak, bu seneki gezi ekibim de çok tatlıydı; uyumlu ekiple bir kat daha güzel oldu!
Leyla Pekin Hakkında
Amerika’da iç mimarlık eğitimi aldıktan sonra İstanbul’a döndü. Kısa bir süre tanınmış bir giysi firmasında stilist olarak çalıştıktan sonra, eşi Şevki Pekin ile birlikte mimarlık ofisinde çalışmaya başladı. Uzun yıllar beraber çalıştıktan sonra zamanını kendine ayırarak sanatla, bir sanatsever olarak ilgilenmeye başladı. Amatör bir ruhla eserler satın alarak sanatçılar ve galerilerle yakın ilişkiler kurdu. Sanat oluşumlarına ve sanatçılara destek veren SAHA Derneği’ne üye oldu. Yıllardır keyifle, hem dünyada hem de ülkemizde olan sanat olaylarını gözlemleyip yorumluyor.
Size özel seyahat programı ve rezervasyon için:
travel@julesverne.com.tr